2 Mart 2011 Çarşamba

Atmosferi ve Toprağı Yenileyen Bitkiler

* Bitkiler kirlenen havayı ve toprağı nasıl temizlerler?

*Temizleme işlemi sırasında nasıl bir yöntem kullanırlar?

Soluduğumuz hava, %77 azot, %21 oksijen ve %1 oranında karbondioksit ve argon gibi gazların karışımından oluşan son derece hassas dengelere sahiptir. Ancak bu son derece hassas dengeler üzerine kurulu dünya atmosferi, hidrokarbonlar adı verilen kimyasallar tarafından kirletilir. Bunlar ağaç ve fosil yakıtlar gibi maddelerin yanmasıyla gün boyunca arabalardan çıkan egzoz gazları, evlerin bacalarından çıkan dumanlar, rüzgarla uçuşan tozlar, fabrikalardan yayılan kimyasal gazlardır. Bu özel temizleyicilerden biri bitkilerdir.

Bitkiler, kendi besinlerini temin etmek için tıpkı bir kimya fabrikası gibi çalışırken veya yine kendi yaşamlarını sürdürmek için topraktaki suyu su pompası gibi çekerken, soluduğumuz havayı da temizlerler.

*Bitkiler Atmosferi Bir Kimya Fabrikası Gibi Çalışarak Temizler:

Canlı yaşamının en temel gereksinmelerinden biri, beslenmedir. Bitkiler de yaşamın temeli olan bütün biyokimyasal süreçler için gerekli olan enerjiyi sağlamak zorundadır. Bu enerjinin kaynağı hücrelerde depolanmış olan besinlerin yanması, yani oksijenle birleşerek parçalanmasıdır. Bu parçalanma sırasında besin molekülleri arasındaki kimyasal enerji serbest kalarak açığa çıkar. İşte bitkiler topraktan aldıkları suyu, havadan aldıkları karbondioksit ile birleştirerek, şeker ve nişasta benzeri karbonhidratlara ve oksijene dönüştürürler. Fotosentez denen bu süreçte oluşan yüksek enerjili besinler dokularda depolanırken, oksijen dışarı atılır.

İşte “nefes almamızın” şartı olan oksijen, fotosentez olayı ile ışığın olduğu gündüz vaktinde bitkiler tarafından dışarı verilmeye başlar ve soluduğumuz hava temizlenir. Bitkilerin fotosentez işlemi sırasında, bir yıl içinde atmosfere verilen yaklaşık 147 milyar tonluk karbondioksit miktarının 129 milyar tonunu temizlediği saptanmıştır. Geriye kalan 18 milyar tonu ise okyanuslardaki organizmalar temizler.

Gün boyunca atmosfere yayılan tüm kirleticilere rağmen soluduğumuz havanın çok temiz olması, bu mükemmel sistem vesilesiyle hiçbir aksama olmadan devam eder. Özellikle sabah vakitlerinde tüm insanlar tarafından çok net olarak hissedilen havanın temizliği “nefes alma” ve “sabah vakti” arasındaki bağlantıdır.

*Bitkiler Su Döngüsünü Kontrol Altında Tutarak Havayı Temizlerler:

Bitkilerin atmosferi temizleme yöntemlerinden biri de dolaylı yoldan gerçekleşir. Fakat atmosferi temizleyen kar ve yağmur tanelerini oluşturan suyun döngüsüne olan katkısı bakımından bu oldukça önemlidir.

Bitkiler yağışla toprağa düşen ve toprak tarafından emilen yağmur veya kar sularını kendi ihtiyaçları için kullanmak üzere kökleri vasıtasıyla bünyelerine çekerler. Daha sonra ağaçların yapraklarından muazzam miktardaki su, terleme yoluyla buharlaşır ve atmosfere tekrar geri döner. Diğer bir ifadeyle bitkiler, topraktaki suyu vücutlarından geçirerek atmosfere ulaştıran benzersiz su pompaları gibi çalışırlar. Böylece su, toprağın derinliklerinde yok olmadan yeryüzünde sürekli bir devir yapar. Bu şekilde atmosferin mevcut su miktarı değişmez.

Atmosfere çeşitli kirleticiler tarafından yayılan kükürt dioksit ve azot dioksit gazları çeşitli kimyasal dönüşümlerden geçtikten sonra bulutlardaki su damlacıkları tarafından emilir. Daha sonra bu damlacıklar yeryüzüne yağmur, kar gibi yollarla düşerek tekrar toprağa karışırlar. Ancak bu işlem sırasında hava da temizlenmiş olur. Yağmur yağdıktan sonra havanın tertemiz ve taptaze kokmasının nedeni de işte budur; yağmur tanelerinin havadaki tüm tozları tutması ve toprağa indirmesi…

Burada anlatılan bilgiler doğrultusunda, görünüşte havanın temizlenmesinde kar veya yağmur sularının etkili olduğu düşünülebilir. Fakat bitkilerin bu suyun tekrar atmosfere kazandırılması sırasında üstlendikleri görev çok önemlidir. Çünkü bitkiler toprağın suyunu tıpkı bir su pompası gibi çeken bir mekanizmaya sahip olmasalardı yağışla toprağa düşen sular toprakta kalacak ve şu anda yeryüzünde bulunan kusursuz su döngüsünde önemli bozulmalar meydana geleceki. Ancak yeryüzünde birbiri ile bağlantılı olarak çalışan çok mükemmel sistemler vardır. Bu sistemler vasıtasıyla tüm canlıları korumaktadır.

*Bitkilerin Toprağı Temizleme İşlemi Nasıl Gerçekleşir?

Bitkilerin gereksinimi olan minerallerin görevleri ve toprakta bulunuş şekilleri farklıdır. Mineraller genellikle toprakta tek olarak bulunmadığı için, bitkiler kendileri için gerekli olan elementleri topraktan seçip alabilecek sistemlerle birlikte tasarlanmıştır. Bitki kendisi için gerekli olan mineralleri iyon olarak emer. Toprak çözeltisinde bulunan çok sayıdaki inorganik iyon arasından bitkiler sadece kendi ihtiyaç duyduklarını alırlar. Bu mineralleri alabilecek olan organ köklerdir. Kökler özel olarak yaratılmış sistemleri ile bitkinin ihtiyacı olan iyonları kendi bünyelerindeki yüksek yoğunluğa rağmen kök hücrelerinden geçirerek pompalarlar. Bu şekilde kendileri için gerekli olan mineralleri alırken toprağı da temizlerler. Ancak bu işlem sırasında sadece ihtiyaçları için gerekli olan miktarını alırlar. Oysa bazen toprakta bitkilerin gereksiniminden çok daha fazla miktarda kirletici birikebilir. Bu kirleticilerin topraktan uzaklaştırılması ve temizlenmesi işlemi ise bazı bitkilerde özel olarak tasarlanan sistemler ile gerçekleşir.

Bitkilerin Toprağı Temizlemek İçin Sahip Olduğu Özel Sistemler:

• Topraktan aldıkları kirleticileri taşıma özelliği ile temizleyenler: Bu bitkiler, ağır metallerin kök hücrelerde birikimini engelleyecek şekilde yaratılmışlardır. Ancak zehirli maddeleri kökleri yardımıyla dallarına ve yapraklarına taşırlar. Bu maddeler, bitki tarafından kullanıldıktan sonra yaprak ve dalların dökülmesi veya kırılıp kesilmesiyle tamamen topraktan uzaklaştırılırlar.

• Topraktan aldıkları kirleticileri biriktirme özelliği ile temizleyenler: Bunların diğer gruptakilerden ayrılan özelliği, metallerin köklerine girmesine izin vermeleridir. Çünkü bu bitkilerin kök hücrelerinde yüksek metal seviyesinin zehirli etkisini giderecek sistemler vardır. Bu sistemler oldukça yüksek metal birikimine izin verirler.

• Topraktan aldıkları kirleticileri sahip oldukları kimyasal sistemlerle temizleyenler:
Çinko, mangan, nikel ve bakır gibi mikro elementler, bitkilerin büyümesi ve gelişmesi için gerekli olmasına rağmen, bu iyonların hücre içindeki yüksek değerleri zararlı olabilir. Ancak bu zararlı etkiyi gidermek için, bazı bitkiler iyon akışının düzenlenmesi (taşıyıcı aktiviteyi düşük iyon konsantrasyonu sağlaması ve yüksek konsantrasyonu önlemesi için uyarma) ve hücre içi iyonların dış çözeltiye gönderilmesi gibi mekanizmalara sahiptirler.

Toprakta Biriken Zararlı Maddeleri Temizleyen Bazı Bitki Türleri:

Çiçeklerle süslenmiş zarif görünümlerine rağmen bazı bitki türleri özel sistemler vesilesiyle ağır metallerle (kurşun, civa, bakır gibi) kirlenmiş olan toprakları temizlemek gibi oldukça önemli bir görev üstlenmiştir. Bu bitkilerden bazıları şunlardır:

*Oksalik asit ve nitrat bakımından zengin topraklarda yaşayan Amaranthus retroflexus adlı bitki türü radyoaktif maddelerle kirlenmiş olan toprağı diğer bitkilere oranla yılda 2 veya 3 kez ekildiğinde 15 yıldan az bir sürede temizlemektedir. Bu diğer bitkilere göre 40 kat daha fazla bir verim anlamına gelmektedir.

*Brokoli ve lahana türü bitki grubu içinde yere alan Thlaspi caerulescens ve Viola calaminaria, adlı bitki türleri yüksek oranda çinko ve kadmiyum içeren toprakta yetişir. Bu ağır metalleri saçak kökleri vasıtasıyla bünyelerine çekerken, birçok bitki için öldürücü sınırların çok üzerine çıkarak toprağı ağır metallerden temizlerler. Nitekim birçok bitki için 100 ppm üzerinde çinko birikmesi zehirlenme etkisi oluştururken Thlaspi caerulescens (Alpine pennycress), herhangi bir hasar olmaksızın 26.000 ppm’e kadar çinkoyu bünyesine alabilmektedir. Aynı şekilde normal bir bitki 20 ile 50 ppm arasında değişen oranlardaki kadmiyumla zehirlenirken Thlaspi caerulescens 1500 ppm’e kadar kadmiyum depolama kapasitesine sahiptir.

Pteris vittata isimli eğreltiotu da son derece zehirli bir element olan arseniği depolamaya uygun tasarlanmıştır.

Eğreltiotunda topraktakinden 200 kat daha fazla arsenik bulunduğu keşfedilince, bitkinin arsenikle beslendiği anlaşılmıştır. Bu keşfin bilhassa sanayi ve maden bölgelerindeki tarım arazilerinin temizlenmesinde yeni ufuklar açacağı düşünülmektedir.

*Hardalgiller familyasından olan Arabidopsis thaliana ise Yüce Allah’ın dilemesiyle alüminyumu zararsız hale getirme özelliğine sahip olarak donatılmıştır.

*Şeker kamışının akrabası olan Napier çimi (Pennisetum purpureum) toprağı temizlemede iki açıdan başarılı olur. Birincisi hidrokarbon kirliliği söz konusu olduğunda toprağa oksijen pompalar ve bu işlem sırasında topraktaki hidrokarbonları parçalar. İkincisi topraktaki nikel, kadmiyum, kurşun ve çinko gibi metalleri bir mıknatıs gibi çekerek gövdesinin üst kısımlarına taşır.

Bitkilerin Toprağı Temizleme Özelliği Ekonomik Anlamda Fayda Sağlar

Bazı bitki türleri, topraktan bünyelerine aldıkları kadmiyum ve nikel gibi ağır metalleri; gövde, filiz ve yapraklarında biriktirir. Bitkilerin sahip olduğu bu özellik metalurji alanında kullanılmaktadır. Birikmenin olduğu bitki kısımları toplanıp hacimce küçültülmekte ve yeniden değerlendirilmek üzere depolanmaktadır. Bu şekilde hem bitkinin toprağı temizlemesi sağlanmakta hem de bitkilerin balyalanıp yakılmasından sonra oluşan küller maden filizi olarak satılmaktadır. Nitekim Pensilvanya’da, çinko bakımından zengin bir arazide yetiştirilen Thlaspi caerulescens bitkisinin külünden, % 30-40 oranında çinko üretilmiştir.

Bitkiler Toprakta Biriken Zararlı Mineralleri Bir Elektrik Süpürgesi Gibi Temizlerler

Bitkiler ihtiyaçları olan besinlerini mineraller halinde topraktan alırlar. Bir bitkinin sağlıklı olarak yaşayabilmesi için nitrojen, potasyum, fosfor, kalsiyum, magnezyum, sülfür gibi ana elementlere ihtiyacı vardır. Bitkiler azot dışındaki bu maddelerin çoğunu topraktan direkt olarak temin edebilirler. Bu elementler dışında bitkilerin sağlıklı gelişim için başka minerallere de gereksinimi vardır. Demir, klor, bakır, manganez, çinko, molibden ve bor minerallerinden oluşan bu minerallere olan gereksinimleri daha azdır. Bitkinin ihtiyacı olan bu maddeler toprakta hassas dengelerle belli bir ölçü ile sabitlenmiştir. Fakat toprak da tıpkı atmosfer gibi endüstriyel atıklar, kentsel atıklar, tarımsal ilaçlar, erozyon, tarım alanlarının hatalı sürülmesi, hatalı gübreleme, yanlış yapılaşma gibi nedenlerle kirlenir. İşte, bitkiler muhteşem sistemlerle kendi yaşamsal fonksiyonları için gerekli olan bu mineralleri topraktan alırken aynı zamanda toprağı da temizlerler.

İstilacı Bitkinin Sırrı

Bahar ve yaz aylarında geniş düzlükleri kaplayan ‘istilacı’ bitkiler görürüz. Bu bitkiler, toprağın altından çıkan ordular gibi son derece hızlı ürer ve önlerine çıkan rakip bitkileri ortadan kaldırarak ilerlerler.

Bunların en çok bilinenlerinden birisi Centaurea nigra adı verilen bir türdür. Bu bitki, yaşam alanı olan Kuzey Amerika’da milyonlarca hektar araziyi kaplar.

Centaurea nigra’nın karşısına çıkan bitkileri yok ederek ilerlemesi yani "istilacı gücü", donatıldığı kimyasal silahlardan ileri gelmektedir. C. Nigra ürettiği catechrin isimli kimyasaldan iki farklı formül elde eder ve bunlardan catechrin eksi isimli kimyasalı bitkileri, catechin artıyı ise topraktaki bakterileri yok etmek için kullanır. Bitkideki bu kimyasalları keşfeden Colorado Eyalet Üniversitesi Biyoteknoloji bölümünden Doç. Dr. Jorge Vivanco, bitkiden elde ettiği catechin eksi kimyasalını spreyle, birkaç çeşit yabani ot ve tahıl bitkisi üzerine püskürttü. Bu işlem sonunda bitkideki kimyasalın, çok kuvvetli ve zehirli bir bitki öldürücü olan ‘2,4 D’ kadar etkili olduğu ortaya çıktı. Ancak, aynı zamanda Vivanco’nun elde ettiği zehirli spreyin kullanışlı olmadığı da ortaya çıkmıştı. Çünkü Centaurea nigra normalde bu kimyasalı kökleri vasıtasıyla toprağa salarak çevresindeki bitkileri saf dışı bırakıyordu. Ancak Vivanco’nun yaptığı gibi, spreyle püskürtme bitkinin kendi yaprak dokusunu da öldürdü.

Bu istilacı bitkinin diğer etkili silahı, "catechin artı" da kökler yoluyla salgılanıyor. Bu silahın hedefi ise toprakta yaşayan ve bitkiye zararlı olabilecek bakteriler. Catechin artı, bu bakterilere karşı son derece etkili bir antibiyotik olarak görev yapıyor. Yani bu silah, catechin eksi'nin aksine saldırıda değil, savunmada kullanılıyor. Vivanco, bitkiyle ilgili şu yorumu yapıyor:

"Anlaşılan o ki, catechin eksi diğer bitkilere karşı bir saldırı bileşiği; artı ise bakterilere karşı bir savunma bileşiği olarak görev yapıyor. Bitkinin istilacı karakteri buna dayanıyor. Kendisini mikroplara karşı savunmada ve diğer bitkileri yenmede çok başarılı Vivanco’nun çalışmalarıyla ortaya çıkarılan bu kimyasallar araştırmacılara etkili zehirler üretmede ilham kaynağı da oluyor. Dr. Vivanco’nun araştırmalarına dayanılarak hazırlanan zehirler, yakın zamanda kullanılmak üzere birçok kimya firması tarafından üretim listesine alındı. Tüm bu kimyasal işlemleri, savunma ve saldırı sistemlerini kimya eğitimi almamış, aklı olmayan bir bitkinin yapamayacağı açıkça ortadadır.

Arum Zambağının Çekici Tuzağı

Arum zambağı döllenmeye hazır hale gelince keskin kokulu amonyak gazını (NH3) yaymaya başlar. Çiçeğin son derece ilginç bir yapısı vardır. Polenlerinin bulunduğu bölüm, beyaz yapraklı yapının içinde dip taraftadır ve dışarıdan görünmez. Bu yüzden sadece koku yaymak böceklerin dikkatini çekmek için yeterli değildir.

Polenler döllenmeye hazır olduğunda zambak saldığı kokuyla birlikte, çiçeğinin dışta kalan bölümünü de ısıtır. İşte bu yalnızca aydınlık saatlerde ve bir gün içerisinde gerçekleşen ısınma ve koku böcekler için çok çekicidir. Bu ısı ve koku nasıl ortaya çıkıyor sorusunun cevabını bulmaya çalışan bilim adamları, araştırmaları esnasında bitkinin metabolizmasında gerçekleşen hızlanma sonucunda ortaya özel bir asit çıktığını bulmuşlardır. Glutanamik asit denen bu maddenin kimyasal yollarla parçalanması sonucunda çiçeğin yaydığı ısı ve koku oluşur. Bu sayede böcekler çiçeğe gelirler. Ne var ki böcekler için bu yeterli değildir, çünkü arum zambağının polen tozları dipte kapalı torbacıklarda bulunur. Çiçek buna da hazırlıklıdır. Yağlı olan dış yüzeyi sebebiyle gelen böcekler kayarak aşağı doğru, çiçeğin içine düşerler ve bir daha da kaygan duvarlardan yukarı tırmanamazlar. Bulundukları bölümde çiçeğin dişi organlarının ürettiği şekerli bir sıvı vardır. Ayrıca gece olunca polenlerin kapalı olduğu torbacıklar da açılır ve böcekler bunlara bulanırlar.

Böcekler çiçeğin içinde bir gece kaldıktan sonra, ertesi sabah çiçeğin üzerinde bulunan dikenler bükülerek böceklerin yukarı tırmanması için merdiven işlevi görürler. Merdivenden tırmanan böcekler, özgürlüklerine kavuşur kavuşmaz, görevlerini yerine getirmek için dölleyici polen yükleriyle birlikte başka bir zambağa giderler. Allah'ın kusursuz bir tasarımla yarattığı bu döllenme sistemi sayesinde Arum zambakları soylarını sürdürürler.

Dünya'nın Büyüklüğünün Oranı

İnsan, ayağa kalkıp yürümeye başladığında, üzerinde ne yukarı ne de yere doğru bir basınç hissetmez. Oturmak, yürümek, koşmak son derece olağan işlerdendir. Oysa ayağa kalkıp yürüdüğünde, hatta koltuğunda rahat otururken bile oldukça güçlü olan yerçekimi kuvvetine karşı direnç gösterir. Bu kuvvet öylesine kararında bir orana sahiptir ki, insan, günlük hayatında gösterdiği bu direncin farkında bile değildir.

Bunun en önemli sebebi Dünya'nın büyüklüğüdür. Dünya eğer biraz daha küçük olsaydı yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosfer Dünya çevresinde tutunamayacak, dağılıp gidecekti. Biz de tıpkı atmosfer gibi yeryüzünde bir türlü sabit duramayacaktık. Eğer Dünya daha büyük olsaydı, bu kez de yerçekimi çok artacak ve bazı zehirli gazları da tutan atmosfer öldürücü hale gelecekti. Bizler, bu zehirli gazlardan korunmayı başarsak bile, oturduğumuz yerde ağırlaşacak ve hareket edemeyecektik.

Ancak böyle bir sorun hiçbir zaman söz konusu bile olmaz. Çünkü Dünya'nın büyüklüğü, üzerinde bizim yaşayabilmemize olanak verecek şekilde oldukça özel belirlenmiş bir orana sahiptir.

İnsanın yaşayabilmesi için bir araya gelen sebepler, öylesine büyük bir hassasiyete sahiptir ki, bunlardan bir tanesinin bile rastgele meydana gelmiş olması mümkün değildir. Bilim adamları Dünya'daki yaşama elveren şartların oluşma ihtimalini hesap etmişler ve bunun 10 üzeri 123 (10123)'te bir ihtimal olduğunu belirlemişlerdir. Bu rakam, 10'un yanına 123 sıfırın gelmesiyle oluşur ve Dünya'da yaşama elverişli bir ortamın rastgele oluşmasının imkansızlığını açıkça ilan eder.

1 Mart 2011 Salı

Antioksidanların Mucize Etkisi

Araba egzozu, sigara dumanı, güneş ışınları, çevre kirliliği, yiyecek ve içeceklerdeki koruyucular ve katkı maddeleri sürekli olarak hücrelere saldırarak onlara zarar verirler. Bu da kanser, kalp krizi gibi önemli hastalıkların oluşma riskini oldukça büyük bir oranda arttırır. Ancak vücutta yaşanan bu yıpratıcı etkilere karşı koyan bir sistem vardır.

Vücudumuz Neden Meyve ve Sebzeye İhtiyaç Duyar?

Vücut için büyük risk oluşturan serbest radikallerin oluşumuna, petrokimya ürünleri, X ve UV ışınları, sigara dumanı, hava kirliliği hatta yiyecek ve içeceklerde bulunan koruyucular ve katkı maddeleri gibi bazı bileşikler neden olmaktadır.

Serbest radikallerin bir başka ortaya çıkma nedeni de oksijendir. Her ne kadar tüm hayati fonksiyonlar için gerekli olsa da, solunum yoluyla vücudumuza giren oksijenin insan sağlığı için tehlikeli bir yanı da bulunmaktadır. Oksijen olmadan besin yoluyla alınan ve tüm hayati fonksiyonlar için gerekli olan enerjinin açığa çıkması mümkün değildir. Ancak tıpkı oksijenle temas eden bir metalin zamanla paslanması gibi oksijenin hücrede kullanılması sırasında çevredeki moleküller de okside olabilir. Bu şekilde ortaya çıkan ve kontrol altında tutulamayan serbest radikaller hücrenin protein, yağ ve genetik materyal gibi önemli maddelerine saldırır. Hücre harap olurken kimyasal reaksiyonlar zinciri başlar ve bu reaksiyonlar sonunda da daha çok serbest radikal ortaya çıkar. Ayrıca insan vücudu yaşlandıkça antioksidan savunma sistemleri de gücünü sürekli kaybeder.

Hücrelerin kendi kendini tamir etme özelliği azalır. Tüm bu yıpratıcı gelişmeler sonucunda ise kanser, kalp krizi gibi hastalıkların oluşma riski artar.

Vücutta her gün yaşanan bu yıpratıcı etkinin ortadan kaldırılmasının en etkin yolu ise ancak Yüce Allah'ın benzersiz örneklerle donattığı doğadaki sebze ve meyvelerin tüketilmesidir.

Antioksidan içerikleri bakımından neden özellikle koyu renk sebze ve meyveler tavsiye edilir?

Bitkiler de insan derisi gibi güneşin zararlı etkilerinden korunmak için pigmentlerini artırırlar. Bunun sonucunda ise renkleri koyulaşır. Bitkilerin asıl antioksidan özellikleri ise pigment kısmında bulunur. Bu nedenle bir bitkinin rengi ne kadar parlak ve koyuysa o kadar antioksidan özellik taşıyor demektir.

Antioksidanları Tanıyalım…

Antioksidanlar, vücut hücreleri tarafından üretildiği gibi, gıdalarla da alınan bir grup kimyasal maddedir. Gıdalarla alınan en önemli antioksidanlar; betakaroten, E ve C vitaminleridir.

Antioksidanlar, hücrelere ve bağışıklık sistemine saldıran ve “serbest radikaller” diye adlandırılan moleküllere karşı koruyucu bir kalkan oluştururlar. Böylece serbest radikallerin yıkıcı etkilerini engeller, pek çok hastalığa ve erken yaşlanmaya neden olabilecek zincir reaksiyonları önlerler.

Antioksidanlar ve İnsan Sağlığı

* İnsan vücudundaki her hücre, günde ortalama 10 bin serbest radikalin saldırısına maruz kalır.

* Bazı uzmanlara göre antioksidan üretimi 25 yaşından itibaren yavaşlamaktadır. Bu nedenle ilerleyen yaşlarda daha fazla ek antioksidan alınmalıdır.

* Sebzeler ve meyveler pişirilince antioksidan değerleri azalır. Bu nedenle buharda pişirme yöntemini tercih etmek en uygun olanıdır.

* Antioksidanlar yalnızca sebze ve meyvelerde bulunmaz. Ayrıca balık yağı, süt ve süt ürünleri ile selenyum açısından zengin olan balıkta da bulunur.

* Likopen, yaşlıların bedensel ve zihinsel sağlığını korumada ve pankreas kanseri gibi çeşitli kanser hastalıklarını önleme konusunda son derece etkili bir antioksidandır. Likopen açısından zengin nadir sebzelerden biri domatestir.

* Enginar, antioksidan özellikleri nedeniyle karaciğer hastalıklarında tedavilere ek olarak verilebilmektedir. Enginarın başka bir mucizevi özelliği ise vücuttaki zararlı atıklar olan toksinleri temizleme yeteneğidir.

* Üzüm çekirdeği, bağ dokusunu güçlendirir. Ayrıca üzümde bulunan ve antioksidan özelliği gösteren mineraller de vücudumuzdaki zararlı, hücrelerimizi güçten düşüren maddeleri yakalar ve kötü huylu kolesterolü engeller. Üzümün kabuğu, içeriği ve çekirdeğinin ortalama 20 civarında değişik antioksidan madde içerdiği belirtilmektedir.

Antioksidanlar İnsanlar İçin Özel Tasarlanmıştır

Sebze ve meyvelerin ortak noktası, yoğun antioksidan içermeleridir. Yapılan araştırmalar sonucu meyve ve sebzelerde antioksidan görevi gören yaklaşık 4 binden fazla bileşik olduğu saptanmıştır.

Bunların arasında ise özellikle A, C ve E vitaminleri, çinko, selenyum, koenzim Q10 ve melatonin; kanser, kalp hastalıkları, felç ve katarakt gibi hastalıkları önlemekte ve yaşlanma sürecini yavaşlatmaktadır. (Ancak bu noktada belirtilmelidir ki, antioksidanlar oluşmuş hastalığın tedavisini değil, hastalıkların önlenmesini sağlamaktadır.)

Aynı zamanda vücudumuzda da üretilerek cildi koruyan, halsizliği ve hafıza zayıflığını önleyen antioksidanlar, insanlara çok faydalıdır. Yediğimiz tüm yiyecekler, yaşamımız boyunca ihtiyaç duyduğumuz tüm vitaminleri içerir.

Antioksidanlara Örnekler

C Vitamini

Hücrelerdeki zararlı reaksiyonların oluşmasını engeller. Vücutta depolanamaz. Bu nedenle, düzenli olarak sebze ve meyve takviyesiyle almak gerekir.

Önemli Besin Kaynakları: Turunçgiller ve suları, kiraz, çilek, vişne, koyu yeşil sebzeler (ıspanak, kuşkonmaz, yeşil biber, Brüksel lahanası, brokoli ve diğer yeşil sebzeler), kırmızı ve sarı biber, domates ve domates suyu

E Vitamini

Yağda çözünen ve karaciğerde depolanabilen bir antioksidandır. Yaşlanmayı geciktirmek ve güneş yanıklarını iyileştirmek gibi birçok işlem gerçekleştirir.

Önemli Besin Kaynakları: Zeytinyağı, soya yağı, mısır ve ayçiçek yağı gibi bitkisel sıvı yağlar, fındık, tüm tahıllar, buğday ve tohumu, kahverengi pirinç, yulaf ezmesi, soya fasulyesi, bezelye, mercimek, koyu yeşil yapraklı sebzeler

Selenyum

Vücudu kanserden koruyabilen glutatyon peroksidaz adlı antioksidan enzimi aktive eder.

Önemli Besin Kaynakları: Yulaf ezmesi, kahverengi pirinç, tüm tahıllar, buğday tohumu, süt ve süt ürünleri, balık ve birçok sebze…

Beta Karoten

Serbest radikallerin oluşumunu önler.

Önemli Besin Kaynakları: Koyu turuncu, kırmızı, sarı ve yeşil renkteki çeşitli sebze ve meyveler (lahana, brokoli, ıspanak, domates, havuç, kayısı, kırmızı ve sarı biber ve greyfurt gibi)

İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda yaşanan çarpıcı teknolojik gelişmeler, birçok yönden insan hayatını kolaylaştırırken, aynı zamanda birçok yeni zararlı maddeyi de beraberinde getirir. Hemen hemen her gün maruz kalınan bu çok sayıdaki zararlı madde ise bir süre sonra vücuda zarar veren oksidanların (okside olmuş moleküllerin) oluşmasına neden olur. Tıp dünyasında bu oksidanların zararlı etkilerini engellemenin, sağlıklı yaşam sürdürmenin ve hastalıkları önlemenin yolları üzerinde yapılan çalışmalar sık sık gündeme gelmektedir. Özellikle koruyucu hekimlik alanında sürdürülen çalışmalarda, doğal sebze ve meyvelerin insan vücudundaki etkisi her geçen gün daha da önem kazanmaktadır.

28 Şubat 2011 Pazartesi

İlginç Bitkiler

İbrik Bitkisinin Tasarım Harikası Tuzağı

Endonezya ormanlarında yaşayan Nepenthes alata isimli etobur ibrik bitkisi, çevresinde gezinen böcekler için merak uyandırıcı, ama tehlikeli bir keşif kaynağıdır. Bitki, ibriğinin ağzına konan böcekleri, son derece kaygan dokusu sayesinde doğrudan midesine indirebilmektedir. New Phytologist dergisinde yayınlanan araştırmalarında Laurence Gaume ve çalışma arkadaşları bitkinin böcek yakalama yeteneğini test ettiler.

Araştırmacılar, bu çalışmalarında uçma yeteneği olmayan bir tür meyve sineği ile karıncaları kullandılar. Bu iki canlı normalde yüzeylere çok etkili bir şekilde yapıştıkları halde bitkinin iç duvarında tutunmayı başaramadılar. Böcekler anında kayarak aşağı, bitkinin sindirim sıvısının bulunduğu bölüme düşerek bitkiye yiyecek oldular.

Bitkinin yüzeyini elektron mikroskobu altında inceleyen bilim adamları, iç duvarların balmumu benzeri bir maddeyle kaplı olduğunu keşfettiler. Normalde en pürüzsüz yüzeylere bile kolaylıkla yapışabilen sineklerin bu balmumu malzemesinde tutunamamasının sırrının ise malzemenin kırılganlığında gizli olduğu ortaya çıktı. Meyve sineği veya karınca ilk başta sağlam bir yüzey gibi görünen balmumu duvara kondukları anda ayaklarının altındaki bölge mikroskobik parçacıklar halinde dökülüyor ve böylece ayağın yüzeyle temasını kesiyordu.

Karar verme yeteneği olmayan bir bitkinin benzerlerinden farklı olarak etobur olmaya karar vermesi bunun için de ibrik şekline girebilmesi mucizedir. Aynı şekilde sineklerin ayaklarındaki yapışkan sistemi inceleyip onları kendi içine düşürecek malzemeyi tasarlayabilmesi ve böceğin tam düşeceği yerde sindirim sıvısı üretebilmesi de çok büyük mucizedir.

İstilacı Bitkinin Sırrı

Bahar ve yaz aylarında geniş düzlükleri kaplayan istilacı bitkiler görürüz. Bu bitkiler, toprağın altından çıkan ordular gibi son derece hızlı ürer ve önlerine çıkan rakip bitkileri ortadan kaldırarak ilerlerler.

Bunların en çok bilinenlerinden birisi Centaurea nigra adı verilen bir türdür. Bu bitki, yaşam alanı olan Kuzey Amerika'da milyonlarca hektar araziyi kaplar.

Centaurea nigra'nın karşısına çıkan bitkileri yok ederek ilerlemesi yani istilacı gücü, donatıldığı kimyasal silahlardan ileri gelmektedir. C. Nigra ürettiği catechrin isimli kimyasaldan iki farklı formül elde eder ve bunlardan catechrin eksi isimli kimyasalı bitkileri, catechin artıyı ise topraktaki bakterileri yok etmek için kullanır. Bitkideki bu kimyasalları keşfeden Colorado Eyalet Üniversitesi Biyoteknoloji bölümünden Doç. Dr. Jorge Vivanco, bitkiden elde ettiği catechin eksi kimyasalını spreyle, birkaç çeşit yabani ot ve tahıl bitkisi üzerine püskürttü. Bu işlem sonunda bitkideki kimyasalın, çok kuvvetli ve zehirli bir bitki öldürücü olan 2,4 D ' kadar etkili olduğu ortaya çıktı. Ancak, aynı zamanda Vivanco'nun elde ettiği zehirli spreyin kullanışlı olmadığı da ortaya çıkmıştı. Çünkü Centaurea nigra normalde bu kimyasalı kökleri vasıtasıyla toprağa salarak çevresindeki bitkileri saf dışı bırakıyordu. Ancak Vivanco'nun yaptığı gibi, spreyle püskürtme bitkinin kendi yaprak dokusunu da öldürdü.

Bu istilacı bitkinin diğer etkili silahı, catechin artı da kökler yoluyla salgılanıyor. Bu silahın hedefi ise toprakta yaşayan ve bitkiye zararlı olabilecek bakteriler. Catechin artı, bu bakterilere karşı son derece etkili bir antibiyotik olarak görev yapıyor. Yani bu silah, catechin eksi'nin aksine saldırıda değil, savunmada kullanılıyor. Vivanco, bitkiyle ilgili şu yorumu yapıyor: "Anlaşılan o ki, catechin eksi diğer bitkilere karşı bir saldırı bileşiği; artı ise bakterilere karşı bir savunma bileşiği olarak görev yapıyor. Bitkinin istilacı karakteri buna dayanıyor. Kendisini mikroplara karşı savunmada ve diğer bitkileri yenmede çok başarılı."

Vivanco'nun çalışmalarıyla ortaya çıkarılan bu kimyasallar araştırmacılara etkili zehirler üretmede ilham kaynağı da oluyor. Dr. Vivanco'nun araştırmalarına dayanılarak hazırlanan zehirler, yakın zamanda kullanılmak üzere birçok kimya firması tarafından üretim listesine alındı.

23 Şubat 2011 Çarşamba

İklimsel ve Biyolojik Çeşitliliğin Kaynağı: Okyanus Akıntıları

Yeryüzünde kesintisiz olarak devam eden çok fazla sayıda iklim olayı vardır. Yağmurun mutlaka belli miktarlarda yeryüzüne düşmesi, rüzgarın mutlaka esmesi ve güneş ışınlarının çeşitli açılardan yeryüzüne mutlaka ulaşması gerekmektedir.

Okyanus ve denizler, sürekli olarak hareket halindedirler. Çoğu zaman bu suların neden yer değiştirdikleri üzerinde pek fazla durulmaz. Oysa okyanus akıntıları, yeryüzünde yaşamın varlığı için çok çeşitli açılardan önemli bir gerekliliktir. Alçak ve yüksek enlemlerde genellikle doğu veya batı yönlü olan bu akıntılar, bulundukları enlemin sıcaklığına uygun olarak sıcak ve soğuk su akıntıları biçiminde gerçekleşirler.

Okyanus Akıntılarının Yeryüzündeki Etkileri Nelerdir?

1. İklim Üzerindeki Etkileri


* Soğuk Havayı Yumuşatır:
Akıntı sistemlerinden sıcak akıntıların bir kısmı, oluştukları sıcak bölgeden, daha düşük sıcaklığı olan bölgelere ilerleyerek ısıyı yükseltirler. Örneğin Japonya'da Kuro fiiyo sıcak su akıntısının etkisi ile kışlar, bulunduğu enleme göre olması gerektiğinden daha ılık ve nemlidir, yöre bu iklim sayesinde zengin bir doğal bitki örtüsüne sahiptir. Golfstream sıcak su akıntısı ile Norveç, yer aldığı enlem dairesine göre daha ılık ve bol yağışlı kışlara sahiptir.

* Sıcak Havanın Bunaltıcı Etkisini Azaltır:
Soğuk akıntıların bir kısmı ise soğuk bölgelerden veya yüzeye çıkan soğuk dip sularından kaynaklanırlar ve su sıcaklığı 150C olmasına rağmen bulundukları sıcak enlemlerde soğuk akıntı olarak hissedilirler. Bu nedenle sıcaklığı düşürürler ve havanın bunaltıcı etkisini azaltırlar. Örneğin sıcak Afrika'nın Namibya kıyıları boyunca kuzeye akan Benguala soğuk su akıntısı, ısının önemli ölçüde düşmesine neden olurken, benzer etki Fas kıyıları boyunca Kanarya Adalarında ve Güney Amerika'nın batısında bulunan ülkelerden biri olan Peru'da ise Humbolt soğuk su akıntısına bağlı olarak meydana gelir.

* Yağışları Düzenler: Soğuk su akıntılarının etkili olduğu sahalarda bu akıntılar hava kütlelerinin soğumasına yol açarak, bu kütlelerin sıcak kara alanı üzerinden geçerken yoğunlaşmasına ve yağmurun yağmasına engel olurlar. Bu şekilde, kıyı kesimlerde sisli, bulutlu, serin günler oluştururken, nem yüklü hava kütlelerinin kıtaların iç kısımlarına ilerleyerek yağış bırakmasına neden olurlar.

2. Biyolojik Çevre Üzerindeki Etkileri

* Su akıntıları denizlerde bir yerden bir yere besin ve oksijen taşırlar. Akıntıların beraberinde getirdiği planktonlar, beslenme potansiyelini dolayısıyla balık çeşitliliğini artırmaktadır. Ayrıca bu balıklarla beslenen deniz kuşlarının türü ve sayısı da çevre adalarda artar.

* Örneğin Meksika Yukatan yarımadası ile Küba arasındaki boğazda ilerleyen, yer yer 800 metre derinliğe kadar etkili olabilen ve Missisippi nehrinden daha fazla su taşıdığı hesaplanan Gulf Stream akıntıları ile Humbolt soğuk su akıntısı bu şekilde büyük bir rol oynamaktadır.

* Denizlerde yaşayan algler ve bazı otsu deniz bitkileri, su geçirmeden 1.600 km. yüzebilen diasporlar ve çeşitli bitki tohumları dünyanın farklı bölgelerine akıntılar yoluyla taşınırlar.

* Buzulların üzerine yapışmış olan bitki tohumları, soğuk su akıntılarının etkisi ile daha alçak enlemlere ulaşma olanağı bularak uzak alanlara yayılırlar.

3. Ekonomi Üzerindeki Etkileri

* Mozambik sıcak su akıntısının etkisi ile şeker kamışı çok daha aşağı enlemlerde yetişebilmekte, suların beraberinde taşıdığı organizmalarla beslenen balık sayısı ve tür çeşidinin artması, balıkçılık ekonomisini geliştirmektedir.

* Soğuk su akıntısının etkisindeki Peru kıyılarında yağış görülmez, ancak kış ayları boyunca devamlı bulutlu hava olması, bulutlar "Loma" adı verilen bir ot örtüsünün oluşmasına olanak verir. Bu ot örtüsü hayvancılığın gelişmesini sağlamaktadır.

* Sıcak su akıntıları, şehirlerin gelirlerini de doğrudan etkileyebilir. Aynı enlemdeki iki şehirden biri sert bir iklime sahipken, diğeri sıcak su akıntısıyla daha ılıman bir iklime sahip olabilir. Güney Afrika'nın Durban şehri, kıyılarındaki sıcak su akıntısı nedeniyle uzun bir turizm dönemine sahiptir ve gelir düzeyi aynı enlemdeki diğer birçok şehre göre daha yüksektir.

Okyanus Akıntıları Hassas Dengesinden Sapmış Olsaydı…

Denizlerde ısı değişlikleri çok ani olur, oksijen ve tuz oranı değişirdi. Bu durum balık ve diğer deniz canlılarının ölümüne neden olurdu.

"23 Temmuz 1958'de okyanus araştırmaları gemisi “Sivastopol”, tam hızla Danimarka Boğazı'ndan geçmekteydi. Birden gemidekiler inanılmaz bir manzara gördüler: Dalgalar göz alabildiğine bembeyaz olmuştu. Deniz, milyonlarca balık ölüsü ile kaplanmış bulunuyordu. Balıkların bir sıcaklık farkı sonucu öldükleri anlaşıldı. Geminin cihazları da şaşılacak sıcaklık farkları kaydetti: Örneğin deniz yüzeyinde aralarında bir mil bulunan iki noktanın sıcaklıkları 7.2oC ve 34oC idi. Bu fark 20-30 m. derinliklere kadar mevcuttu. Gemi, balık ölüleri arasında bir saatten fazla ilerledi. Felaket, irminger sıcak su akıntısı ile Grönland'dan gelen soğuk su akıntısının sınırında meydana gelmişti."

İklimde anormallikler ortaya çıkardı; Yoğun sisler ve şiddetli yağışların getirdiği seller, ölümcül sonuçlar yaratabilirdi.

"Londra sislerinin en ölümcülü ve unutulmazı Aralık 1952'de meydana geldi. 5 Aralık'ta rüzgarların dinmesiyle sis oluşmaya başladı. Bundan sonraki 3 gün boyunca sis yoğunlaştı, belli bir zaman sonra görüş mesafesi birkaç metreye kadar indi. Trafik tamamen durdu ve birçok kaza meydana geldi. Halk, nemle mücadele etmek için gerekenden daha çok miktarda evlerini ısıttı. Bu da, daha çok kömür tozu ve sülfür dioksit üretterek havayı daha fazla zehirledi ve sisin yoğunlaşmasına sebep oldu. Bu sis ve hava kirliliği yüzünden yalnız Londra bölgesinde toplam olarak 4.000 ölüm gerçekleşti"

İklimsel engeller oluşurdu; Ilıman bölge bitkileri, soğuk alanlara veya tropikal bitkiler, ılıman alanlara bugünkü kadar sokulamaz, tür zenginliği, tarım alanlarının sınırları, dolayısıyla insanların yaşam alanı bu kadar geniş olmazdı.

Sıcak ve soğuk su akıntılarının tam olması gerektiği yerde havayı ısıtması veya serinletmesi ile insanların dünya üzerindeki yaşam alanlarını genişletmesi ve diğer canlıların tür çeşitliliğini artırması büyük bir mucizedir.

Çimenle Mantarın Dostluğu

Çim ile mantar birbirleriyle yardımlaşıp yüksek sıcaklıklara karşı koyuyorlar!

Lassen volkanik bölgesi ve Yellowstone National Park alanlarında araştırmalar yapan bilim adamları, 50 derecenin üstündeki sıcaklıklara dayanabilen bir mantar ve bitki türü keşfettiler. Bu kadar yüksek sıcaklıklara dayanabilen canlılara çok nadir rastlanıyor. Ancak bu iki türü daha da özel kılan şey, yüksek sıcaklıklara ancak ve ancak ikisi bir arada olduğunda dayanabilmeleri. Canlı türlerinin yaşamlarını sürdürmede birbirlerine bağlı olduğu, karşılıklı yardımlaşma içinde oldukları bu tür ilişkilere “Simbiyoz” deniyor.

“Curvularia” cinsine ait olan mantar türü, “Dichanthelium lanuginosum” adlı çim türünün kökleri arasında yaşıyor. “US Geological Survey” adlı bilim araştırma kurumundan Russell Rodriguez ve arkadaşlarının tespitlerine göre, tek başlarına 50 dereceye dayanamadıkları halde bir arada bulunduklarında 65 dereceyi bulan sıcaklıklara kolayca dayanabiliyorlar.

Birbirlerinin yaşam standartlarını yükseltebilmeleri, canlıların fizyolojilerinin birbirine uygun tasarlandığının bir göstergesi. Çünkü mantar ile bitki arasında özel kimyasallar değiş tokuş ediliyor. Böylelikle kendi vücutlarında üretemedikleri proteinleri “ithal etmiş oluyorlar”. Mantar da bitkinin köklerinde biriken ısıyı ondan uzaklaştırmış oluyor.

İklim Olayları Canlı Yaşamı İçin Neden Önemlidir?

İçinde yaşadığımız mavi gezegenin her alanında büyük bir canlılık, çeşitlilik ve ihtişamla karşılaşırız. Kıtaların her birinde birbirinden farklı bitkiler, hayvanlar hatta insan ırkları dikkati çeker.

İklim bilimsel olarak, bir mekan ünitesi üzerinde yer alan atmosfer faktörlerinin karşılıklı etkileşimi olarak tanımlanır.

Dünya'nin uydusu Ay'a ayak basılmasının ardından yapılan bilimsel deneyler atmosferin olmadığı bir yerde canlılıktan söz edilemeyeceğini kanıtlamıştır. Atmosferin yapısında %79 azot, %21 oksijen, %0.03 karbondioksit ve eser miktarda olmak üzere helyum, neon, kripton ve argon gibi gazlar bulunur. Ayrıca yapısında kimyasal bir bileşik olmamakla birlikte su buharı ve çeşitli organik ve inorganik maddeler de yer alır. Atmosferin bu özellikleri dünyanın yaşanabilir bir mekan olmasını sağlamıştır.

Atmosferin İklimin Üzerindeki Etkileri

* Yerçekimi nedeniyle yerküreye bağlı olan atmosferin bu hali, onu hiçbir zaman statik (durağan) bir duruma getirmemiştir. Aksine atmosfer ilk oluştuğu günden beri dinamik bir özellik göstermiştir. Günümüzde yerküre soğumuş olmasına rağmen, Güneş'in etkisi devam etmektedir. Bu nedenle atmosferde Güneş'in etkisine bağlı olarak meydana gelen hareketlilik, ısı, yağış ve rüzgarlar gibi çeşitli iklim olaylarını ortaya çıkarır.

* Dikkat çekici olan diğer bir nokta da atmosferin oldukça hareketli bir yapısı olmasına karşın her yerdeki kalınlığının ve yüzey üzerindeki ağırlığının eşit olmasıdır. Hiçbir karışıklık olmadan herşeyin düzenli bir biçimde varlığını sürdürmesi büyük bir mucizedir.

* Bilindiği gibi Güneş ışınları Dünya'ya gelirken ışınların oluşturduğu ısının bir bölümü atmosfer tarafından tutulur. Bu olay atmosferin ısınmasına neden olur. Gece olduğunda tutulmuş olan ısının bir kısmı kaybolur. Burada dikkat çekici olan nokta atmosferin tutmuş olduğu ısıyı tamamen kaybetmemesidir. Atmosfer bir süzgeç görevi görerek fazla ısınmaz ve soğumaz. Eğer gündüz çok ısınıp, gece şiddetle soğusaydı, yaşam çöllerdekinden çok daha zor olurdu.

Dünya Üzerinde Deniz ve Karalar Belli Bir Oranda Tasarlanmıştır

Denizler ve karalar arasındaki yapısal farklılıklar, deniz ve karaların farklı ısınıp soğumalarına neden olur. Denizlerin karalara oranla daha geç ısınıp soğuması, denizleri ısı tutucu özelliği daha fazla olan alanlar haline getirir. Bu durum karaların daha sert olan iklim özelliklerini yumuşatır. Ayrıca denizlerin nem taşıma özellikleri nedeniyle yağmurların yağmasına vesile olma gibi özellikleri vardir.

Denizlerin iklim üzerindeki bir diğer etkisi, sıcak ve soğuk okyanus akıntıları ile olur. Teorik olarak okyanus suları yüksek enlemlerde soğuk, alçak enlemlerde sıcak olmalıdır. Fakat aynı enlem üzerinde bulunduğu halde iki kıyı bölgesi arasında farklı okyanus akıntıları nedeniyle birbirine benzemeyen iklim tipleri oluşur.

Yüzey Şekilleri Hava Kütlelerini Etkileyecek Biçimde Tasarlanmıştır

* Karalar üzerinde birbirinden oldukça farkli yüzey şekilleri ve yükseltiler vardır. Bu yüzey şekillerinde yukarı doğru çıktıkça hava soğur. Her 250 metrede ısı 10 C° düşer. Bu nedenle deniz seviyesi ile dağlar ve platolar arasında bütün koşullar aynı kalsa bile, sıcaklık önemli ölçüde farklı olur. Yükseldikçe ısının düşmesi sayesinde sıcak enlemlerde yerleşim alanları yükseklere kurulmuştur. Nitekim Güney Amerika'daki yerleşim bölgeleri And dağlari üzerinde 1.000 m.’nin üzerindedir.

* Dağların denize bakan yamaçları, iç kesimlere bakan yamaçlarına göre daha fazla yağış alır. Çünkü deniz üzerinden gelen nemli hava kütleleri yamaçlar boyunca yükselir ve soğur, soğuma dolayısı ile taşımakta oldukları su buharı yoğuşarak, yağış halinde düşer. Bu şekilde dağların denize bakan yamaçları ılık ve çok nemli bir iklime, dağların karaların içine bakan kısımları ise nemini kaybetmiş olduğundan kuru bir iklime sahip olurlar.

Yaz boyunca aktarılan bilgiler de göstermektedir ki; Dünya üzerinde iklimin meydana gelebilmesi için güneş enerjisine ve coğrafi faktörlere gereksinim vardir. Güneş enerjisi rüzgarlari, sıcaklığı, yağışları ve hava kütlelerinin akımlarını kontrol ederken, coğrafi faktörler de kara ve denizler ile yüzey şekilleri aracılığı ile iklim üzerine etki eder. Bu faktörlerin tümünün atmosfer üzerinde oldukça kompleks bir biçimde çalışması söz konusudur. Ancak bu kompleks çalışma, hiçbir zaman bir kargaşa oluşturmaz. Aksine birbiri içine geçmiş olan kompleks olaylar zinciri sonucunda her bölge hatta yörede belli kurallara göre işleyen bir düzen söz konusudur.

İklimin Belirlenmesi İçin Tasarlanmış Coğrafi Faktörler

Dünya'nin Şekli İklimlere Nasıl Etki Eder?


Dünya'nın küre şeklinde olmasi nedeniyle ekvator ile kutuplar arasında kalan alanlar, yıl içinde güneş enerjisinden farklı oranlarda yararlanırlar. Bilindiği gibi ekvator hattı üzerindeki alanlar enerji alma açısından en üst boyuta ulaşırken, kutuplara doğru gidildikçe enerji miktarinda bir azalma meydana gelir. Bu şekilde ekvatordan kutuplara doğru atmosfer kütlelerinin ısınma değerleri farklı olur.

Nitekim ekvator ve dönenceler arasında kalan bölgeler, yıl boyunca daha fazla enerji alarak daha fazla ısınır, dolayısıyla "Sıcak Tropikal Kuşak" meydana gelir. Oğlak ve Yengeç dönencesi ile Kutup dairesi arasında kalan sahalar ise daha az enerji topladıklarından daha az ısınırlar ve "Ilıman Kuşak" adını alırlar. Kutup dairesinin içinde kalan kesimlere ise güneş ışınları diğer kuşaklara oranla daha eğik geldiğinden daha geniş bir sahayı ısıtmak zorunda kalır, enerji azlığı nedeniyle kutupsal koşullar oluşur.

Eğer Dünya'nın bu şekli olmasaydı, Dünya'da bu kadar çeşitli iklim bölgeleri ve her iklim bölgesine özgü canlılar ile insanların yaşam tarzları olmazdı. Nitekim insanların yiyeceklerinden, barındıkları konutlara kadar herşeyde iklimin etkisini görmek mümkündür. Eskimolarin yaşadıkları kutuplarda, buzullardan yapılmış iglu adı verilen konutlar, kalın kürklerden oluşan giysiler, Afrika kıtasında yerini ağaç dalları ve yapraklardan yapılmış konutlara ve oldukça ince giysilere bırakmıştır.

Dünya'nın Güneş Etrafındakı Dönüşü ve Eğimi Neden Önemlidir?

Dünya’nın Güneş etrafındaki dönüşü ve 23.5 derecelik eğikliği de şekli kadar iklimler üzerinde etkilidir.

- Eğer Dünya'nın Güneş etrafındaki bu dönüşü olmasaydı; mevsimlerin oluşması mümkün olmazdı. Dünya'nın bir tarafı her zaman yaz, bir tarafı her zaman kış mevsimini yaşardı.

- Eğer 23.5 derecelik bu hassas açı olmasaydı; güneş ışınları hep aynı açıdan geleceğinden ekvator çok ısınacak, kutup bölgesi hep karanlıkta kalacaktı. Bu durumda ekvator hep çok sıcak ve çok aydınlık, kutuplar ise hep çok soğuk ve karanlık olacaktı. Her iki durumda da tür çeşitliliği olmayacak, kutuplarda yaşayan hayvan ve bitkiler soğuk nedeniyle çoğalamayacaktı. Çünkü oldukça çetin geçen ve sürekli karanlık olan kış soğuklarına hiçbir yavru hayvan dayanamayacaktı. Kısacası Dünya bugünkü görünümünden çok farklı olacağı için, belki de canlılık hiç olmayacaktı.

Dünya'nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen birtakım otomatik sistemler de vardır. Örneğin bir bölge çok fazla ısındığında su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise Güneş'ten gelen ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla ısınmasını engeller.

Yeryüzündeki zengin iklim özellikleri; Antarktika kıtasının buzullarla kaplı alanlarındaki kutup ayıları ve penguenler gibi canlıların yerini, Afrika kıtasında aslanlar ve dev filler, Avustralya'da kangurular ve koalalar, Güney Amerika kıtasında jaguar ve lama gibi canlılar almıştır. Aynı çeşitlilik, bitki türleri için de söz konusudur. Kutup kuşağında yosun ve likenlerden oluşan tundralar, ekvatoral kuşakta binlerce tür çeşitliliği ile temsil edilen tropikal yağmur ormanlarına dönüşür.

Farkli Basınç Kuşakları İklim Tiplerini Zenginleştirir

Kuzey ve güney yarimkürede iki alçak, iki yüksek basınç merkezi bulunur. Bu basınç kuşakları, bulundukları yerin iklimine oldukça önemli ölçüde etki eder. Basınçların en büyük etkisi rüzgarlardır. Nitekim denizler üzerinde oluşan nemli hava kütleleri alçak basınç sahalarına doğru kolay hareket edebildikleri için bol yağış meydana getirirler. Buna karşılık karaların iç kesimlerinde oluşan yüksek basınç merkezlerine denizlerden (alçak basınç merkezi) hava akımı olamayacaği için bu bölgeler yağıştan yoksun kalırlar. Bu özellik, bölgelerin yağış ve bağıl nem faktörlerini kontrol eder.

Eğer basınç sistemleri farklı olmasaydı; rüzgarların oluşması, nemli ve kuru hava kütlelerinin hareket etmesi mümkün olmazdı. Bu durumda hava ufacık bir esintiden bile yoksun kaldığı için her zaman durgun, son derece kurak veya çok yağışlı olurdu.

Eğer Dünya'daki, deniz ve karaların tamamı alçak basınç merkezi olsaydı; bu durumda nemli hava kütlelerinin kara içlerine girmesi ile sürekli yağmur yağar, seller ve heyelanlar kaçınılmaz olurdu.

Eğer kara yüzeyi üzerinde her yer yüksek basınç merkezi olsaydı; bu durumda da karalar hiç yağış alamaz, tüm kara yüzeyi çöllerle kaplı olurdu. Her iki durumda da canlılık oluşamazdı. Ancak kara ve denizler üzerindeki basınç merkezleri, yağışlar, rüzgarlar bir denge içerisindedir ve tam canlılara fayda verecek özelliklerdedir.

Çiçekli Bitkiler Olmasaydi, Ne Olurdu?

Yeni bir araştırmaya göre çiçekli bitkiler olmasaydı dünyamız, özellikle de bazı tropikal bölgeler, daha kuru ve sıcak olurdu. Araştırmada ayrıca çiçekli bitkilerin yağmur yağdırma özelliklerini de inceledi.

Bitkiler sürekli olarak kökleriyle topraktan aldıkları suyu terleme yoluyla yapraklarından atmosfere vererek adeta suyu topraktan havaya ileten bir boru hattı gibi işlev görüyor.

İklim üzerindeki etkileriyse oldukça büyük. Havadaki nemin % 10’u bitkilerden kaynaklanıyor ki bu da bu bitkilerin kendi yağmurlarını oluşturabilmeleri demek. Çiçekli bitkiler gelişmiş su iletim sistemleri sayesinde diğer bitkilere göre daha fazla terliyor.

Üstelik bu işlevi ve teknolojiyi, ortaya çıktıkları ilk andan itibaren kullanıyorlar.

Çiçekli bitkiler dünyadaki bitkilerin hemen hemen tamamını oluşturduğu için Chicago Üniversitesi’nden paleontolog C. Kevin Boyce ile iklim modellemecisi Jung-Eun Lee 100 milyon yıl kadar önce Kratese devrinde bir anda ortaya çıkışlarından beri çiçekli bitkilerin dünya iklimi üzerinde nasıl bir etkileri olduğunu merak etti.

Araştırmacılar çiçekli bitkilerin olmadığı bir dünyayı canlandırabilmek için iklim modellerinde, terleme miktarını yaklaşık olarak çiçekli bitkilerin yaptığı katkıya karşılık gelen % 75 oranında düşürecek şekilde değişiklikler yaptı. Bu değişiklik adeta kaosa neden oldu ve tüm dengeleri alt üst etti, öyle ki kimi yer daha kurak kimi yer daha yağışlı hale geldi. Örneğin Kuzey Amerika’daki yağış oranında % 30-50 oranında düşüş oldu.

Bununla birlikte en büyük etki Güney Amerika’nın tropik bölgelerinde görüldü. Çiçekli bitkilerin olmaması durumunda bu bölgedeki yağışlar 300 mm kadar azaldı.

Doğu Amazonda yağış mevsimi 3 ay kadar kısaldı. Ayda 100 mm’den fazla yağış alan en yağışlı yağmur ormanları % 80 oranında daraldı. Afrika gibi zaten kuru tropikal ormanlara sahip diğer tropikal bölgelerse bu durumdan daha az etkilendi.

Dünyanın daha kurak olması tüm canlılar için yaşamın çok kısa sürmesi anlamına gelirdi. Genel bir kural olarak yağışın daha az olması daha az bitki ve hayvan türünün yaşaması demek, çöller de zaten bu yüzden biyolojik açıdan fakir yerler.

Panama’daki Smithsonian Araştırma Enstitüsü’nden paleobotanikçi Carlos Jaramillo da çalışmayı takdir ediyor ve bu araştırmanın çiçekli bitkilerin tropikal bölgelerde iklim üzerindeki önemli etkisini gösterdiğini belirtiyor.

Çiçeklerin Döllenmesinde Arıların Önemli Rolü

Çeşitli çiçeklerle dolu bir çayırda bal toplayan arılar bir müddet izlenecek olursa ilginç bir durum dikkat çekecektir. Arılar her seferde sadece tek bir çiçek cinsi arasında gidip gelirler. Bir çiçekten diğerine uçarken başka cins çiçeklere dikkat bile etmezler.

Bazen günlerce aynı tür çiçekleri bu şekilde ziyaret eden arıların bu davranışları hem kendileri hem de çiçekler açısından faydalıdır. Bu durumu şöyle açıklayabiliriz. Bir çiçeğe ilk defa konan bir arı o çiçeğin yapısını tanımadığı zaman ufak bir nektar damlasını bulmak için çok uzun bir süre uğraşmak zorunda kalabilir. Arı ancak aynı çiçeğe beşinci veya altıncı kere konduktan sonra sürat ve beceri kazanır ve hedefine kolayca ulaştığı için zamandan kazanmaya başlar.

Bu durumun çiçekler açısından faydalı olan yönü ise, arıların tek çiçek türünü tercih etmeleri sayesinde süratli ve güvenilir bir döllenmenin sağlanıyor olmasıdır. Çünkü bir çiçeğin poleni başka çiçekleri dölleyemez ve ancak arıların aynı çiçekler arasında yaptıkları turlar sırasında çiçekler döllenmiş olur. Arılar aynı tür çiçekleri bulmak için kokudan faydalanırlar.

Arılar çiçekleri nektar ve polen toplamak için ziyaret eder. Ancak arılar polen toplamaya çalışırken, çiçekler için hayati önemi olan bir işlevi yerine getirir ve onların döllenmelerine aracılık etmiş olurlar. Çiçeklerdeki döllenme olayının gerçekleşebilmesi için çiçeğin dişi tohumunun erkek tohumlarla (polenlerle) birleşmesi gerekir. Yani çiçeğin bir miktar poleni yapışkan olan başçık üzerine gelerek buradan dişi tohumla birleşmelidir. Çiçekler genel olarak erkek organlarındaki polenleri kendi başçıkları üzerine kendileri ulaştıramazlar. Ancak böcekler sayesinde gerçekleşen birleşme ile döllenme olur ve yeni çiçekleri oluşturacak tohumlar meydana gelir.

Görüldüğü gibi çiçekler ve arılar arasında çok önemli bir bağlantı vardır. Her iki canlı da birbirlerini cezbedecek şekilde tasarlanmışlardır. Örneğin böcekler tarafından döllenmesi gereken çiçekler, böcekleri kendilerine çekecek nektarları salgılarlar ki gerçekte arıları çeken bu nektarlardır. Ayrıca çiçekler kokuları veya canlı renkleriyle de böceklerin dikkatini çekerler.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Ağacın Sert Ve Dayanıklı Yapısı Nasıl Oluşur

* Ağacın direnç ve dayanıklılığını artıran nedir?
* Tahta, hangi üç ana materyalden oluşur?

* Tahta hangi özelliği nedeniyle mermi ve bomba gibi yüksek hıza sahip ve tahribatı güçlü parçalara karşı koruma sağlamak için geliştirilen maddelerde taklit edilmektedir?

Ağacın yapısını meydana getiren temel kimyasal maddelerden biri “lignoselüloz”dur. Bu madde, tahtaya sağlamlığını kazandıran “lignin” ve “selüloz” denilen maddelerin karışımından oluşur. Ağacın kimyasal yapısı incelendiğinde % 50 selüloz, % 25 hemiselüloz ve % 25 lignin maddelerinden meydana geldiği görülür. Şimdi ağaca muhteşem bir sağlamlık kazandıran bu yapının detaylarını inceleyelim.

Tahtanın Yapısı

Ağaçların gövdelerini ve dallarını meydana getiren sert bir madde olan tahta, uç uca eklenmiş uzun, oyuk hücrelerin oluşturdukları paralel kolonlar biçiminde tasarlanmıştır. Çevrelerinde ise spiraller halinde selüloz lifler sarılıdır. Ayrıca bu hücreler kompleks polimer yapıda reçineden yapılmış bir madde içindedir. Spiral olarak sarılmış bu tabakalar, hücre duvarının toplam kalınlığının % 80’ini oluşturur ve ana yükü çeken bileşen de bu kısımdır.

Bir tahta hücresi içe çöktüğünde, kendisini çevreleyen hücrelerden koparak darbenin enerjisini emer. Çöküntüler lifler boyunca uzun bir çatlak oluşturdukları halde tahta bozulmadan kalır. Tahta, kırık bile olsa belli bir miktardaki yükü taşıyabilecek güçtedir. Tahtanın yapısı taklit edilerek yapılan bir materyal, günümüzde kullanılan diğer sentetik materyallerden 50 kat daha fazla dayanıklılık göstermiştir. Tahtanın yapısında, üç ana materyal dikkati çeker;

* Selüloz
* Lignin
* Hemiselüloz

Ağacın Sertliğinin En Önemli Mimarı: Selüloz

Bitkisel kompozitler diğer canlılardakinden farklı olarak, “selüloz” adı verilen bir maddeden oluşurlar. Ağacın sert ve dayanıklı yapısı, ürettiği bu selüloz lifler sayesinde oluşur. Çünkü selüloz, sert ve suda çözünemeyen bir maddedir. İşte tahtanın günlük yaşamda kullanılmasını avantajlı kılan da selülozun bu özelliğidir. Ağaç dokusunun % 50’sini oluşturan bu madde, ağaç dallarında, ağaç gövdelerinde ve ağacın bütün odunsu dokularında yer alır.

Selüloz, bitki hücre duvarının ana yapı malzemesidir. Bazı bitkiler, özellikle suda yaşayanlar kolayca zarar görebilecekleri bir ortam içindedirler. Bu bitkiler bazen tuzlu suda, bazen de karların erimesi veya göl sularının kabarması gibi tuzluluk derecesinin düştüğü ortamlarda bulunmak zorundadırlar. Kendilerini bu sert ortamlardan koruyabilmek için son derece sağlam bir hücre duvarına ihtiyaç duyarlar. İşte bu nedenle bütün bitki hücrelerinin sıkıca paketlenmiş selüloz gruplarına ihtiyacı vardır.

Direnç ve Dayanıklılığı Arttıran Bir Madde: Lignin

Bitkilerde, hücre çeperi içerisinde bulunan lignin, selülozla birlikte bitkinin odunsu yapısını ve dayanıklılığını sağlar. Canlı bitkilerde ligninin biyolojik rolü, hücre duvarının selüloz ve diğer karbonhidratlarla mükemmel bir direnç ve dayanıklılığa sahip bir doku meydana getirmesidir. Ağaç dokusunda lignin miktarı, % 18 ila % 38 arasında değişir.

Bitki Hücrelerinin Çeperindeki Yapı Taşları: Hemiselüloz

Bitki hücrelerinin çeperlerinde selüloz ve petkinlerle birlikte bulunan bazı karmaşık karbonhidrat ya da polisakaritlerin ortak adıdır. Ağaç içerisinde % 15-25 oranında bulunur.

İşte ağaçlar sahip oldukları kompleks sistemleri ile bilim dünyasının önemli bir araştırma sahasını oluştururlar. Bilim adamlarına pek çok konuda ilham kaynağı olan ve tasarımlarındaki detaylar halen anlaşılmaya çalışılan ağaçların kompleks hücre yapıları gelişen teknolojiye ve yoğun araştırmalara rağmen, henüz tam olarak çözülememiştir. Ancak özellikleri teknolojik anlamda tam olarak çözülememiş olmasına rağmen ağaçlar, günlük yaşamımızın vazgeçilmez bir parçasıdır.

Tahtanın Kullanım Alanları

* İkinci Dünya Savaşı’nın “Mosquito”ları -şimdiye kadar en çok hasar tolere edebilen uçaklardır- hafif balsa (tahtası çok hafif olup, cankurtaran salı v.b. yapımında kullanılan bir tropikal Amerikan ağacı) tahtasının daha yoğun olan kontrplak tabakaları arasında sıkıştırılmasından yapılıyordu.

* Tahtanın sertliği, ona çok güvenli bir malzeme niteliği kazandırır. Tahtanın bu özelliği günümüzde de, mermi ve bomba gibi yüksek hızlı ve tahribatı güçlü parçalara karşı koruma sağlamak için geliştirilen maddelerde taklit edilmektedir. Tahta kırılırken çatlamaları izleyebileceğiniz kadar yavaş bir kırılma gerçekleşir ve bu özellik tedbir alınması için vakit kazandırmış olur.

* Gerilebilen ve örneği bulunmayan bir malzeme olarak tanımlanan selüloz, ahşap binaların asırlarca ayakta kalmasında, binaların, köprülerin, mobilyaların ve pek çok aletin yapımında diğer tüm malzemelerden daha fazla kullanılmaktadır.

Günümüzde taşıyıcı malzeme olarak çatılarda, betonarme inşaatın iskele ve kalıplarında kullanılır. Ahşap dülgerlik, doğrama ve mobilya işlerinin temel malzemesidir. Ayrıca ekonomik olması nedeniyle, ahşabın artıkları yonga, talaş ve tozlarından üretilen yarı yapay malzemelerin kullanımı gün geçtikçe artmaktadır.

Görüldüğü gibi doğadaki malzemeler, son derece üstün yapılara sahiptir. Her detay -katmanların inceliği, sıklığı, damarların sayısı, dizilimi vs.- bu dayanıklılığı sağlamak üzere kusursuz bir düzenle tasarlanmışlardır.

Bilim Dünyasının Ağacın Yapısı ve Tahtanın Dayanıklılığına Dair İtirafları

Dünyanın önde gelen ormancılık araştırma merkezlerinden Büyük Britanya Ormancılık Komisyonu, “Lack of Information on the Chemistry and Structure of Wood Fibres” (Odun Liflerinin Kimyası ve Yapısı Hakkındaki Bilgilerin Eksikliği) başlığı altında şu ifadelere yer vermektedir:

“Önceki ve halen devam eden araştırmalarla sonuçlanan bilgilere rağmen, hala tahta liflerinin kimyası ve yapısı hakkındaki bilgilerimiz eksiktir. Tek bir ağaçta -dalın içindeki özden ağaçkabuğuna, ağacın tabanından tepesine- çok geniş çeşitlilik mevcuttur. Bir tahta hücresinin yapısı ve kimyası çoğunlukla son derece farklıdır ve her zamanki tekniklerle araştırması güçtür.”

Plant Physiology (Bitki Fizyolojisi) adlı bilimsel yayında ise “Our Understanding of How Wood Develops is not Complete” (Tahtanın Gelişimi Hakkındaki Anlayışımız Tam Değil) başlığı altında, bilim adamlarının konu hakkındaki sınırlı bilgisi şöyle ifade edilmektedir:

“Tahtanın, yakın geleceğimizde daha fazla önem taşıdığı düşünülürse, bu malzemenin oluşumuyla ilgili mevcut anlayışımızın çok eksik olduğunu söyleyebiliriz. Birkaç istisna dışında tahta oluşumunun ardındaki, hücre seviyesinde moleküler ve gelişim süreçleri hakkında çok az şey bilinmektedir.

“Xylogenesis” diye adlandırılan süreç, hücre farklılaşmasının inanılmaz komplekslikte gerçekleştiği bir örnektir... Hücre oluşumu, farklılaşması, programlanmış hücre ölümü ve sert kısmın oluşumuyla bağlantılı birçok yapısal genin birbiriyle koordineli olarak çalışmasını gerektirir ve son derece planlı bu gelişim, neredeyse hiç bilinmeyen düzenleyici genler tarafından yönetilir. Bu süreçte gen ailelerinin yer alması ve metabolizmanın aşırı derecede esnek olması, ağaç oluşumu sürecinin anlaşılmasını daha da zorlaştırmaktadır.”

Annuals of Botany (Botanik Yıllığı) adlı bir başka bilimsel yayında da tahtanın tasarımındaki olağanüstülük şöyle vurgulanmaktadır:

“Tahtanın oluşumu -köklerde, gövdede, ağaçların ve çalıların tepelerinde- muazzam çeşitlilikte metabolik aşamalar içeren, oldukça kompleks bir süreçtir... Ağacın farklı amaçlar için kullanılabilecek bir hammadde olmasını sağlayan temel özellikler, büyük ölçüde hücre duvarlarının özel mimarisi ile belirlenir.”

Yapılan araştırmalarda tahta cinsleri arasında da dayanıklılık bakımından farklılıklar tespit edilmiştir. Bu konudaki belirleyici faktörlerden ilki yoğunluktur. Daha yoğun olan tahtalar darbe sırasında daha fazla enerji emerler. Damarların sayısı, boyutu ve dağılımı da tahtaya uygulanan darbenin deformasyonunun azaltılmasında etkili olan faktörlerdir.

En Yumuşak Ağaç Tipleri
Limon Ağacı
Kavak
Söğüt

Orta Sertlikteki Ağaç Tipleri
Paduk
Gül Ağacı
Kestane Ağacı
Ihlamur Ağacı
Dut Ağacı
Ladin
Kelebek Ağacı
Maun Ağacı
Erik Ağacı

Çok Sert Ağaç Tipleri
Abanoz
Ceviz Ağacı
Şimşir Ağacı
Dişbudak Ağacı
Kayın (Gürgen)
Meşe Ağacı
Ardıç

Çöl Sıcağından Etkilenmeyen Yapraklar

Çöl deyince aklımıza hiçbir canlının kolay kolay yaşayamayacağı bir ortam gelir. Gerçekten de çölde yaşayan canlıların sayısı oldukça azdır. Ancak bu zor koşullara rağmen çöl ortamında hiç aklımıza gelmeyecek mucizelerle karşılaşırız.


Çölün kurak ortamına yakından baktığımızda çeşitli özelliklere sahip bitkiler dikkatimizi çeker. Bu bitkiler, özel tasarımları ve farklı çeşitleriyle çok zor koşullarda rahatça yaşayabilmektedirler. Onlar bu iklim koşulları için özel olarak tasarlamışlardır.

Çöl bitkileri, aşırı sıcakla ve susuzlukla başa çıkmak için iki yola başvururlar. Birincisi, sahip oldukları dayanıklı yapıyı kullanmak, ikincisi de uykuda kalmaktır. İlginç yapıları ve özel tasarımları sayesinde kurak iklimlerden zarar görmeyen bu bitkilerde yaprak; hem gövde, hem fotosentez organı, hem bir besin ve su deposu hem de kalın yapısıyla bir savunma organıdır.

Bazı depo görevi gören yapraklar ise etrafta bulunan kayaları taklit eden yapılarıyla birer kamuflaj uzmanıdırlar. Çeşitli hayvanların kamuflaj yapması sık karşılaştığımız mucizelerden biridir. Ancak bir bitkinin kamuflaj yapması fazla alışık olmadığımız bir durumdur. Çevresindeki kayaları taklit edebilen bir bitkinin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini düşünürsek, ne kadar hayret verici bir olayla karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlayabiliriz. Herşeyden önce bu bitkinin, çöl ortamını çok iyi bilmesi, çevre koşullarından haberdar olması gerekir. Buna göre etraftaki bazı hayvanlardan kurtulmak ve aynı zamanda aşırı sıcaklara karşı koymak için belirli bir şekil ve savunma sistemi planlamalıdır. Sonuç olarak kayaların kendisi için en ideal model olduğuna karar vermelidir. Kendini kayalara benzetirse göze batmayacağını ve taş gibi hacimli bir yapının depo görevini rahatça yerine getirebileceğini düşünmeli ve bütün kimyasal yapısını bu kararına göre değiştirmelidir.

Yapraklardaki Su Deposu

Çöl bitkilerinin su ve besin maddelerini depo edecek şekilde tasarlanmış olan depo yaprakları, dam koruğu (Sedum) bitkisinde olduğu gibi silindir şeklinde veya makas otunda (Carpobrotus) olduğu gibi prizma şeklinde olabilir. Kurak bölgelerde yaşayan bu bitkiler su depolama özelliklerinden dolayı taze bir görünüme sahiptirler. Su, gövde ya da yapraklarda geniş, ince duvarlı hücrelerde korunmaktadır. Bu yaprakların kalın üst tabakası su kaybını azaltır. Çöl bitkilerinin kusursuz tasarımlarının bir başka özelliği ise küre şeklinde olmalarıdır. Çünkü küre, en küçük yüzey alanına sahip olması nedeniyle en etkili su depolama şeklidir. Çöl bitkilerinin kalın gövdeleri, küre şekilleri ve gündüzleri kapalı, geceleri açık olan gözenekleri, buharlaşma ile su kaybını azaltan bir yapı meydana getirir.

Her bitki suyu farklı bölümlerinde depo eder. Örneğin, Yüzyıl bitkileri yapraklarında, gece açan Cereus bitkisi yeraltındaki soğanında, kaktüs ise tombul gövdesinde su depolar. Sabır otu gibi bitkiler ise nadir olarak yağan yağmurları yakalamak için oluk şekilli yapraklarını açık tutarlar. Bunun tam tersine Sarracenia minor gibi yağışlı bölgelerde bulunan bitkilerin yaprakları, aşırı yağmurdan korunmak için şemsiye gibidir. Her bitkinin bulunduğu koşullara uygun bir şekle sahip olması, kusursuz bir tasarımın göstergesidir.

Kaktüslerin hepsinin uzunlamasına çizgileri ya da yüzeylerinde çok sayıda dikenimsi çıkıntıları vardır. Bu bitkilerin, çizgili yüzeyleri içlerinde depo edilen suyun miktarına göre daralma ve gevşeme özelliğine sahiptir. Kaktüs ısıyı yayabilen, su dolu gövdesini hayvanlardan koruyan ve dikleşen iğnelere sahiptir. Mumlu üst tabaka, sıcağın bitkinin içine işlemesini azaltarak bitkiyi korur. Ayrıca bu bitkilerin renkleri solgun ve parlaktır. Böylece üzerlerine düşen ışının çoğunu yansıtırlar; bazıları da güneş ışığını yansıtacak beyaz tüylerle kaplanmıştır. Her insan mutlaka bir kaktüs görmüştür. Ancak, kaktüse ait özelliklerin estetik dışında, birçok amaca yönelik olarak tasarlanmış olması büyük bir mucizedir. Kaktüsün dikenlerinden üzerindeki beyaz tüylere kadar her bir parçasında bir plan, tasarım ve amaç vardır.

Bu bitkilerin bazı türleri, özellikle "pencere yaprağı" bitkisi, tüm gövdesini toprağın altına gömer ve sadece yaprak uçlarını dış yüzeye çıkarıp gösterir. Yaprak uçları saydamdır ancak yaprak uçlarının biraz içeri tarafında fotosentez yapan hücreler bulunur. İnce çizgiler şeklinde dizilmiş olan bu hücreler pencere denilen yaprak uçlarından giren ışığı yakalayıp fotosentez işlemi için kullanırlar. Bu çok özel tasarımları sonucunda su kaybını büyük miktarda azaltan ve toprağın altında kalarak kızgın güneşten kurtulan bitki, birçok canlının kısa bir süre bile dayanamadığı çöl sıcaklarında hiç sıkıntı duymadan yaşar.

Ağacın Dizaynındaki Üstünlük

Bitkisel kompozitler diğer canlılardan farklı olarak, kolajenden çok "selüloz" adı verilen bir maddeden oluşurlar. Ağacın sert ve dayanıklı yapısı ürettiği bu selüloz lifler sayesindedir. Çünkü selüloz, sert ve suda çözünemeyen bir maddedir. Özellikle bitkilerin koruyucu duvarlarında bulunur ve bitki hücre duvarının ana yapı malzemesidir. İşte tahtaya inşaatta kullanılmasını avantajlı kılan da selülozun bu özelliğidir. "Gerilebilen ve örneği bulunmayan" bir malzeme olarak tanımlanan selüloz, tahta binaların asırlarca ayakta tutulmasında; binaların, köprülerin, mobilyaların ve pek çok aletin yapımında diğer tüm malzemelerden daha fazla kullanılmaktadır.

Tahta, düşük hızdaki darbelerin enerjisini emerek, oluşan hasarın belirli bir yerle sınırlandırılmasında çok etkili bir madde olarak bilinir. Özellikle de darbe tahtanın damarlarına dik açıyla geldiğinde hasarın azaltılmasında çok daha iyi sonuçlar elde edilir. Yapılan araştırmalarda tahta cinsleri arasında da dayanıklılık bakımdan farklılıklar tespit edilmiştir. Bu konudaki belirleyici faktörlerden ilki yoğunluktur. Daha yoğun olan tahtalar darbe sırasında daha fazla enerji emerler. Bundan başka damarların sayısı, boyutu ve dağılımı da tahtaya yapılan darbenin deformasyonunun azaltılmasında etkili faktörlerdir.

Tahta birebir ağırlıkta, gerilim açısından çelik kadar güçlü ve serttir. İkinci Dünya Savaşı'nın Mosquito'ları -şimdiye kadarki en çok hasar tolere edebilen uçaklar- hafif balsa tahtasının, daha yoğun olan kontrplak tabakaları arasında sıkıştırılmasından yapılıyordu. Tahtanın sertliği, ona çok güvenli bir malzeme niteliği kazandırır. Kırılırken bile, çatlamaları izleyebileceğiniz kadar yavaş bir kırılma olduğundan, tedbir alınması için vakit kazandırmış da olur.

Tahta uç uca eklenmiş uzun, oyuk hücrelerin oluşturdukları paralel kolonlardan oluşmuştur. Çevrelerinde ise selüloz lifler spiraller halinde sarılmıştır. Ayrıca bu hücreler kompleks polimer yapıda reçineden yapılmış bir matris içine yerleştirilmişlerdir. Bu spiral olarak sarılmış tabakalar hücre duvarının toplam kalınlığının yüzde 80'ini oluştururlar ve ana yük çeken bileşen de bu kısımdır. Bir tahta hücresi içe çöktüğünde, kendisini çevreleyen hücrelerden koparak darbenin enerjisini emer. Çatlaklar lifler boyunca uzun bir çatlak oluşturdukları halde tahta bozulmadan kalır. Tahta kırık bile olsa belli bir miktardaki yükü taşıyabilecek güçtedir.

Tahtanın bu tasarımı taklit edilerek yapılan materyal, günümüzde kullanılan diğer sentetik materyallerden 50 kat daha fazla dayanıklılık göstermiştir. Tahtanın bu dizaynı günümüzde de, mermi ve bomba gibi yüksek hızlı ve tahribatı güçlü parçalara karşı koruma sağlamak için geliştirilen maddelerde taklit edilmektedir.

Görüldüğü gibi sadece birkaç örneğine değindiğimiz doğadaki malzemeler, son derece akılcı tasarımlara sahiplerdir. Bir sedefin, bir tahtanın böylesine dayanıklı olacağı özel bir yapıda olması ise çok büyük bir tasarım harikasıdır.

120 Kg Taşıyacak Güçteki Küçük Canlı - Geko

Bir geko kertenkelesi öylesine etkili sekilde tavana yapışır ki, tek bir parmağı tavana yapışık halde asılı durabilir. Dr. Kellar Autumn’a göre, kertenkele 120 kiloluk bir ağırlığı kaldıracak kadar büyük bir kuvvet oluşturabilecek yapıya sahiptir.

Geko kertenkelesinin ayağının altında "setae" adi verilen milyonlarca tüycük bulunuyor. Bu tüycükler o kadar küçükler ki, bir metrenin ancak 200 milyarda biri uzunluğundalar. Her bir tüycüğün ucunda da yaklaşik bin tane "spatül" adı verilen mikroskobik tüycükler bulunuyor. Böylece spatüllerin sayısı milyarları buluyor.

Setae'li alan belirgin bir sekilde ayağın altındaki dokudan farklı bir özelliğe sahip. Bu iki dokunun da özellikleri kertenkelenin DNA’sında kodlanmiş bulunuyor. Hangi dokunun nerede başlayıp nerede biteceği DNA'daki bu plana göre belirleniyor. Bu sayede iki doku asla karışmadan başından kuyruğuna; gözünden tirnaklarına kadar mükemmel ve çok etkili bir organizasyonla ortaya çıkıyor.

Yapışma sisteminin en verimli özelliklerinden birisini de mekanik olarak açılıp kapanabilmesi oluşturuyor. Bu sayede güçlü bir yapışma meydana geliyor. Peki ama geko, yüzeye son derece sağlam yapışan ayaklarını nasıl geri kurtarabiliyor? Gekolar adim attıkça ayaklarındaki tüycükleri yüzeye yayarak ilerliyor, devam edebilmek için onlari tekrar yapıştıkları yerden yapışkan bir bandi söker gibi söküyorlar. Ancak bu olayda gözden kaçmaması gereken bir detay da geckonun koşarken ayaklarını saniyede 15 defa yapıştırıp kaldirabilmesidir.

Atmosferdeki İdeal Oranlar

Dünya'nın atmosferi, yaşam için gerekli son derece özel şartların biraraya gelmesiyle tasarlanmış olağanüstü bir karışımdır. Dünya atmosferi, % 77 azot, % 21 oksijen ve % 1 oranında karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından oluşur.

Bu gazların en önemlisi olan oksijendir, çünkü insanların ve hayvanların enerji elde etmek için kullandıkları çoğu kimyasal reaksiyon oksijen sayesinde gerçekleşir. Soluduğumuz havadaki oksijen oranının, son derece hassas dengelere dayalı olması çok ilginçtir. Dünyaca ünlü bilim adamı Michael Denton, bu konuya şöyle dikkat çekmektedir:

"Atmosferimiz daha fazla oksijen içerebilir ve buna rağmen hayatı destekleyebilir miydi? Hayır! Oksijen çok reaktif bir elementtir. Şu anda atmosferde bulunan oksijenin oranı, yani yüzde 21, yaşamın güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam ideal noktasındadır. Yüzde 21'in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı, bir yıldırımın orman yangını başlatma olasılığını % 70 artıracaktır."

İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise bu kritik dengeyi şu şekilde ifade etmektedir:

"Yüzde 25'lik bir oksijen oranının daha yukarısında, şu anda besin olarak kullandığımız bitki türlerinin çoğu, tüm tropik ormanları ve arktik tundraları yok edecek olan dev yangınlarda yok olurdu... Atmosferin şu anki oksijen oranı, tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamdadır."

Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması da, mükemmel bir "geri dönüşüm" sistemi sayesinde gerçekleşir. İnsanlar ve hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini gerçekleştirir ve karbondioksiti hayat verici oksijene çevirerek canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.

Bitkiler, insanlar ve hayvanlar, eğer aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi, dünya çok kısa sürede yaşanılmaz bir gezegene dönüşürdü. Örneğin tüm canlılar oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede "yanıcı" bir özellik kazanacak ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkaracaktı. Sonunda da dünya dev bir "tüp patlaması" gibi bir patlamayla yanarak kavrulacaktı. Öte yandan, tüm canlılar karbondioksit üretseydi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenecek ve bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen "boğularak" toplu halde ölmeye başlayacaktı.

Canlılığın dengesi öylesine kusursuz bir sistemle kurulmuştur ki, atmosferdeki oksijen oranı bu sayede canlılık için en ideal olan oranda durmaktadır. Bu oran, ünlü bilimadamı Lovelock'ın ifadesiyle "tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakam"dır.

Karbondioksit Güneş'ten gelen ışınlardan bir kısmının yeryüzünden yansıyıp uzaya kaçmalarına engel olur ve böylece Dünya'nın sıcaklığının korunmasını sağlar.

Atmosferdeki gazların karışımı, yaşayan canlılar için çok hassas bir dengededir; her bir gaz doğru oranda ve doğru miktarda bulunur. Örneğin solunum sırasında bizler için zararlı olan karbondioksit bile aslında çok çok önemlidir. Zira bu gaz Güneş'ten gelen ışınlardan bir kısmının yeryüzünden yansıyıp uzaya kaçmalarına engel olur ve böylece Dünya'nın sıcaklığının korunmasını sağlar. Atmosferi oluşturan bu gazların oranları Dünya'da meydana gelen biyolojik ve tektonik işlemler sayesinde devamlı olarak dengede tutulur. Bu dengenin binlerce yıldır korunması ve canlıların ihtiyaç duyduğu şekilde muhafaza edilmesi de yine bir düzenin göstergesidir.

100 Trilyon Mikro Kaloriferi Yöneten Tiroksin Hormonu

İnsan vücudu bir fabrika gibidir. Bu fabrikanın veriminden sorumlu yöneticisi ise tiroid bezidir. Tiroid bezi salgıladığı tiroksin hormonu yardımıyla 100 trilyon hücrenin çalışma ritmini teker teker düzenler, hızlarını ayarlar. Örneğin bu yazıyı okuyabilmeniz için beden ısınızın mutlak bir değerde olması gerekir. Bu ısının aşırı derecede düşmesi veya yükselmesinin sonucu ölüm olur. Bu yüzden vücut ısınızın belirli bir seviyede olmasını düzenleyen birçok sistem tasarlanmış ve doğuştan vücudunuza yerleştirilmiştir. Bu olağanüstü sistemlerden biri de tiroksin hormonudur.

Vücut hücrelerinin faaliyetleri sonucunda belirli bir ısı açığa çıkar. 100 trilyon hücrenin faaliyeti sonucunda da vücut belirli bir ısıya ulaşmış olur. Bu durumda hücreleri, bedeninizi ısıtan mikro kaloriferlere benzetebiliriz. İşte bu mikro kaloriferlerin her birinin ne kadar ısı vermesi gerektiğini düzenleyen mucize molekül tiroksin hormonudur.

Hücrenin çalışırken belirli bir ısı yayması, 100 trilyon hücrenin yaydığı toplam ısının insan yaşamı için tam olarak gereken ısıyı tam gerektiği kadar sağlaması başlı başına bir mucizedir. Üstelik tiroksin molekülleri hücrenin ne kadar ısı yayması gerektiğini de bilir. Bütün bunların yanısıra, hücrenin çalışma metabolizmasına nasıl etki edileceğini ve bu ısının nasıl artırılacağını biliyor olmaları da büyük mucizelerdendir.

Ağaçlardaki Mühendislik Harikası

Ağaçlar ihtiyaçları olan suyu kökleri aracılığı ile topraktan alırlar. Metrelerce uzunluktaki ağaçların en uç dallarındaki yapraklara kadar suyun nasıl ulaştığını, o yüksekliğe hiçbir pompa veya hidrofor sistemi olmadan nasıl çıktığını hiç düşünmüş müydünüz?


Suyun En Uçtaki Yaprağa Taşınması

Ağaçlar ihtiyaçları olan suyu topraktan alarak en uçtaki yapraklarına kadar dışardan hiçbir müdahale olmadan büyük bir başarı ile taşırlar. Bu mükemmel işlemin gerçekleşmesi için ağaçta çok detaylı bir sistem bulunmaktadır. Ağacın köklerinden gövdesine ve dallarına doğru uzanan ve "odunsu doku" olarak adlandırılan ince borulardan oluşan bir sistem, suyu taşır. Ancak suyun, ağaç içine yerleştirilen bu su borularından bir şekilde yukarıya doğru çekilmesi gerekmektedir. Bu işlem ise, fizik kurallarının kusursuz uyumu sayesinde gerçekleşir.

Her yaprakta karbondioksitin girip suyun buharlaştığı küçük gözenekler bulunur. Su molekülleri yapıları gereği birbirlerine yapışmaya eğilimlidirler ve su yapraktan buharlaşırken, yapraktaki su altta kalan suyu "çeker". Bu şekilde topraktan ağacın dallarına kadar uzanan bir "yukarıya doğru çekme hareketi" oluşur. Su yaprağa ve sonra havaya doğru hareket ettikçe, odunsu dokuda bir gerilim meydana gelerek köklerden daha fazla su çekilir.

Suyun Taşınmasındaki Mucizevi Sistemler

Tek bir gözenek, ağacın içinde bulunan suya sadece çok az bir çekme kuvveti uygulayabilir. Ancak ağacın tüm yapraklarının üzerinde bulunan çok sayıda gözenek bir araya geldiğinde, büyük bir ağaçta bir gün içinde 400 litreden fazla su çekebilecek bir güç oluştururlar. Bu tasarımın en muhteşem özelliklerinden biri ise, ağacın bu hidrolik taşıma sisteminin çalışması için bir çaba harcamamasıdır. Daha kuru olan hava, suyu ağaçtan daha güçlü bir biçimde dışarı çeker. Buharlaşma suyu yukarıya doğru çekerken, su moleküllerinin birbirlerini çekmeleri nedeniyle biraz direnç meydana gelir ve su lastik bir bant gibi esner. Bu işlemin sonucunda su kolonunda bir boşluk oluşur ve bir hava kabarcığı şeklini alır. Hava kabarcığının oluşturduğu boşluk giderilmeden, ağaç köklerinden yukarıya su çekilemez.

Buna karşın, ağaçlar su kolonlarının bu tür hareket etmesini önleyecek bir uyuma sahiptirler. Suyun gözenekleri terk ederken oluşturduğu gerilim belirli bir seviyeyi aşarsa, bazı yaprakların üzerinde bulunan delikler hemen kapanırlar ve buharlaşmanın çekim etkisini azaltırlar. Böylece hava kabarcığı oluşması engellenir ve dolayısıyla ağacın dallarının ve yapraklarının susuz kalması ve ağacın ölmesinin önüne geçilmiş olur.

Her gün defalarca önlerinden geçip gittiğimiz ağaçlarda böylesine mükemmel bir sistem yer almaktadır. Dahası, burada anlatılanlar, ağaçların sahip olduğu kusursuz tasarımın sadece küçük bir parçasıdır. Sadece suyun ağacın her noktasına ulaşması için, ağaçların yapısında fizik kuralları ve mühendislik bilgileri bir arada kullanılmış ve kusursuz bir denge ve tasarım oluşmuştur.

Evrimciler, tüm bu kusursuzluğun tesadüfen geliştiğini iddia ederler. Evrimcilere göre tesadüfler önce su moleküllerinin birbirini çekmesi, buharlaşma, gerilim vs. gibi fizik kurallarını ağaçlarda kullanmışlardır. Sonra bir mühendis gibi düşünmüşler ve ağaçların içine su borularını döşeyerek, böyle mühendislik harikası bir sistem meydana getirmişlerdir. Elbette ki bu açıklama tamamen bir kandırmacadan ibarettir.

Yapraklar Sonbaharda Neden Dökülür?

Sonbahar yaklaşıp günler kısalmaya başladığında, yaprak hücreleri sonbaharın gelmek üzere olduğunu anlar. Bunun üzerine ilk olarak yaprağın büyüme hormonu, üreme oranını düşürmeye başlar. Bu işlemin ardından, yaprak sapının dala bağlandığı noktada yeni hücreler ürer. Bu hücreler, sanki biri kendilerine ne yapmaları gerektiğini bildirmiş gibi bu bağlantı noktasının üzerinde mantardan bir yatak oluştururlar. Bu noktaya "Apsis noktası" denir. Bu mantardan yatak, yaprağın dala olan bağlantısını oldukça zayıflatır.

Tam bu sırada, yaprak hücreleri bu sefer "etilen" olarak bilinen yeni bir hormon üretmeye başlarlar. Bu gaz biçimindeki hormon yaprağın dala bağlantısının zayıflatılması işlemini daha da hızlandırır. Bağlantının zayıflamasıyla yaprak en ufak bir esintide dahi daldan düşecek duruma gelir.

Hücrelerin görevi, yaprağın düşmesi ile tamamlanmaz. Bu defa hücreler, apsis noktasında, yaprağın kopmasından meydana gelen yaranın üzerini hemen bir mantar tabakası ile kaplar ve böylece yarayı tedavi ederler.

Her sonbahar yerde gördüğünüz yapraklar, burada kısaca anlatılan biyokimyasal olaylardan geçerek dökülürler.

Belki bugüne kadar varlığını hiç düşünmediğimiz bu ağaç hücreleri, ardı ardına gerçekleştirdikleri işlemlerle adeta akıl ve bilinç gösterisi yapmaktadırlar.

20 Şubat 2011 Pazar

Strateji Uzmanı Su Yılanı

Güneydoğu Asya’da bulunan bir çeşit su yılanı, balıkları yakalamak için muazzam bir strateji kullanıyor.

Pek çok hayvanın, son derece gelişmiş avlanma yöntemleri kullandığına bir çok kez şahit olmuşuzdur. Bu sahnelerin her birinde, avlanacak hayvan avını kovalar.

Ancak; su yılanı avlanırken, avını kovalamaz. Tam tersine, avın kendisi kaçmak için ona doğru koşar…

Su yılanı, avlanacağı zaman, başı sona gelecek şekilde “J” şeklini alır. Daha sonra saatlerce hiç kımıldamadan bekler.

Taa ki, bir balık gelip de “J” nin kanca kısmının yanında yüzene dek…

İşte bu vakit, harekete geçme vaktidir.

Yılan, saniyenin yüzde biri hızla harekete geçer. Ancak, balık ondan çok daha hızlıdır. Yaklaşık olarak saniyenin binde biri kadar …
Bahsi geçen kaçmak olduğunda, balıklar en iyi ve en hızlı canlılardır.

Vücutlarının her iki tarafında bulunan kulakları, ses basıncını hissedebilir. Bu kulaklardan her hangi biri seste bir değişiklik tespit ettiği anda, balığın kaslarına derhal bir sinyal gönderirler. Bu sinyal, kaslara “balığın vücudunu hemen tam tersi yönde “C” şeklinde bükmelerini” söyler ve böylece balık tehlikeden bir an evvel uzaklaşmış olur.

Nitekim, balıkların bu üstün kaçış teknolojisi su yılanında işe yaramaz. Çünkü su yılanı, tüm stratejisini balığın bu kaçış taktiğine göre ayarlamıştır.

Su yılanının, kuyruğuna yakın bir bölgede sahte ses dalgaları üreten bir organ vardır. Bu organ, balığa gönderdiği sahte dalgalarla balığı “başının yeri” konusunda yanıltır ve balık başı zannettiği kuyruktan hızla kaçarken dosdoğru yılanın asıl başına ve ağzına doğru yönelir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Burada bahsettiğimiz, aklı ve muhakeme yeteneği olan ve balığın anatomisine ve kas sisteminin bilgisine sahip bir bilim adamı değildir.

Elbette ki, su yılanının balığın bir sonraki hareketini tahmin etmesi, ve buna göre kendine bir avlanma strateji geliştirmesi ve bu stratejiyi de torunlarına aktarması beklenemez. Su yılanı ilk günden beri bu özelliklere sahiptir.

100 Milyon Yıllık Ortak Yaşam Evrimi Altüst Etti

Bilimadamları bir hayvan ile bir mikroorganizma arasındaki ortak yaşama ait 100 milyon yıllık amber buldu.

Çalışma, amberdeki yaşam formları konusunda uluslararası bir uzman olan Oregon Devlet Üniversitesi’nden George Poinar tarafından yürütüldü.

Dinazorlar çağı olarak bilinen Erken Kretas dönemine ait termit, karnının içinden dışarı çıkmış tek hücreli bir canlı olan bir protozoa ile birlikte bulundu.

Ortak yaşama ait en eski paleontolojik bulgu olan bu keşif evrimci bilim adamlarında büyük bir moral bozukluğu meydana getirdi.

Termit ile Protozoa’nın Ortak Yaşamı

Kuru tahta parçalarını yiyerek beslenen termit, selüloza dayalı bir yaşam sürdürüyor. Ancak tahta parçalarını sindirebilecek enzimler için de kursağında yaşayacak bir protozoaya ihtiyaç duyuyor. Bu karşılıklı bir ilişki...

Protozoa termitin içinde yaşamazsa ölüyor. Termit de, protozoa sindirim sistemine yardımcı olmazsa ölüyor.

Bulunan amber, bu karşılıklı yardımlaşmanın 100 milyon yıldır devam ettiğini kanıtladı.

Avustralya Yarasaları

Güney Amerika’da keşfedilen bir yarasa türünün dili, bir tasarım harikasıdır.

Anoura fistula adı verilen türün dili, yarasanın vücudunun 1.5 katı uzunluktadır.

Bu özelliği ile vücuduna oranla dünyanın en uzun diline sahip memelidir.Yarasa, Centropogon nigricans adı verilen borazan şeklindeki bir çiçeğin nektarı ile beslenir. Ancak çiçeğin nektar bulunduran yeri oldukça dar ve uzundur.

Yarasa, bu nektarı alabilmek için çiçeğe yaklaştığında dilini süratle dışarı doğru fırlatır. Bu süratte bu kadar uzun bir mesafeye dilini gönderebilmesini ise, çok özel bir kas sistemi sağlar.

Dili, çenesinin arkası yerine canlının göğüs kafesinden başlar. Neredeyse, kalbine yakın bir bölgededir.Ağzının arka tarafından başlayıp göğsüne doğru uzanan yerde, bir tüp bulunur. Yarasanın çiçeğin nektarından aldığı her yudumda, dil bu tübün içerisine süratle girer ve çıkar.

Centropogon nigricans çiçeğinin nektarı ile beslenen yarasa, bu çiçeğin içindeki nektara erişebilecek tasarıma sahip tek canlıdır.

Bu yarasadan başka, hiçbir canlı çiçeğin nektarına erişemez. Başka deyişle, çiçeğin döllenmesine yardımcı olabilen tek canlı da bu yarasadır.

Yarasa, çiçeğin nektarını almak için her uzanışında tüylerine çiçeğin polenlerini bulaştırır ve bu şekilde çiçeği döller.

Bitkiler son derece estetik bir görünüme sahip oldukları gibi, canlılığın devamında da çok önemli bir yere sahiptirler.

Bir canlının başka bir canlının çoğalmasına yardımcı olması kuşkusuz çok fedakar bir tavırdır.